10 Temmuz 2009 Cuma

Bu Bir Gezi Yazısı Değildir !

Evet bu bildiğiniz türden bir gezi yazısı değil. Uzun süredir kendi içimde çıktığım bir gezinin notları bunlar.. Ben artık hayatımın daha farklı bir anlamı olduğunu keşfettim. Bunu içimde minicik bir kalbin daha atmaya başladığı anda hissettim. O hızlı, aceleci, hayata tutunmaya çalışan kalbin atışlarıyla birlikte ben artık gerçekten bir anlam kazandım. İşte bu gerçek anlam, hayatımın daha öncesinin ne kadar gereksiz amaçlar uğruna geçirildiğinin acı bir göstergesi de aynı zamanda. Oysa bu tür duygulara kapılacağıma, minicik bir varlığın beni bu kadar değiştireceğine asla imkan vermezdim. Böyle şeyleri de fazlasıyla duygusal ve hatta gereksiz vıcık vıcık bir duygu seli olarak görürdüm. Evet değiştim. O minik kalbin atışını duymaya başladığımdan beri; beni, bizi ya da dünyayı henüz anlamadığını bilmeme rağmen her an beni izliyormuş gibi her yaptığıma, söylediğime ve hatta sadece zihnimden geçenlere bile çok dikkat ediyorum. Kendi sağlığım için kılımı bile kıpırdatmazken, sabah kahvaltılarını görmezden gelerek günün her öğününü geçiştirirken, o küçücük varlık beni sağlıklı yaşam kumkuması haline getirdi. :) İçinde minik bebeğimin işine yaramayacak vitamin mineral vs.. barındırmayan yiyecek ve içecekler uzun zamandır hayatımda yoklar. Yeter ki o yani minik oğlum iyi ve sağlıklı olsun diye sevdiğim birçok şeyi yararlı ve sağlıklı olanlarla değiştirdim. Aslında bu belki içgüdüsel bir davranış şeklidir. Ama ben kendimdeki değişimleri gördükçe her gün daha çok şaşırıyorum. Düzenli yemek öğünleri, günlük yürüyüşler, uyku düzenlemeleri vs.. Sadece ve sadece sağlıklı olması için ettiğim dualarla birlikte aldığım onca kiloyu, orda burada çatlak oluşma tehditlerini hiç ama hiç umursamamam da o mini minnacık kalbin; benim akıllı, zeki, yakışıklı, bitanecik oğluşumun eseri :) Ultrason görüntülerin dışında daha karşılamadık seninle. Ama nasıl seviyorum seni ve nasıl özlüyorum ve nasıl merak ediyorum seni bilemezsin. Eminim sen de aylardır bıkıp usanmadan seninle konuşan, hareketlerini takip eden, bazen zırıl zırıl ağlayıp bazen kahkahalar atan, senin için yemek mönüleri oluşturan, yanımıza geldiğinde sana çok iyi bakabilmek için sürekli kitap, internet vs.. karıştırıp duran bu kadını merak ediyorsundur. Canım oğlum benim.. Umarım bizi seversin. Umarım senin için güzel bir hayat hazırlayabiliriz. Yanımıza gelmene sadece 5 gün kaldı. İçimdeki heyecanı kelimelere dökmek zor. Bunu bir tek sen anlarsın başkaları değil. Hastane ortamından ve beyaz önlüklülerden nefret etmeme rağmen sırf seni görebilmek, her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenebilmek için doktor randevularını nasıl iple çektiğimi, hatta imkanım olsa doktorun odasının önüne kamp kurmayı bile aklımdan geçirme nedenlerimi bir tek sen anlarsın. 9 aydır her zorluğu birlikte aştık. Tabi bunda babanın da katkısı yok değil :) Bütün kaprislerime büyük bir sabırla katlandı, ikimizin iyi olması için elinden geleni yaptı babacığın. O da seni heyecanla bekliyor oğlum. Biz ikimiz, senin için en güzeli en iyiyi yapmaya çalışacağız. Yapacağımız hatalar için bizi şimdiden affet. Bu acemi anne babaya sen öğreteceksin birçok şeyi. Allah’ım sana uzun, sağlıklı. huzurlu ve mutlu bir ömür versin oğlum. Sen yanımızda oldukça bizi de yaşatacaksın...

22 Mayıs 2009 Cuma

Manavgat Köprülü Kanyon ve Selge Antik Kent









Köprülü Kanyon’a yaptığımız gezi de Side'de yaptığımız keyifli yolcuklardan biriydi.. Aslında patlakgözümüzle birlikte gidip bir bakalım nasıl bir yermiş diye çıktık yola. Bir nevi keşif yolculuğu oldu bu bizim için.. iyi ki gitmişiz ve görmüşüz..Köprüçay'ı takip eden yolda eşsiz bir doğa eşliğinde yaptık keşfimizi. O gün hazırlıksız olduğumuz için sadece ayaklarımızı suya sokmakla yetindik.

Ertesi gün kanyon için özel bir hazırlık yaptık. Bütün günü orada geçirmekti niyetimiz. Sabah kahvaltıdan sonra otelden ayrıldık. Öğle yemeği için yanımıza erzak aldık. Ve tabi ki Köprüçay'ın buz gibi suyun tadını çıkarabilmek için başka ne varsa topladık..
Side'den Köprülü Kanyon’a doğru yola koyulduk. Yol biraz uzun 90 km kadar ama varacağımız mekanı düşündükçe yolun uzunluğu çok da koymuyor.. Bu uzun yol aynı zamanda dar ve virajlı.. Biz çam kokularını ciğerlerimizi doldurarak geçtik bu yolları da...
Beşkonak köyünden sonra dere kenarında restoranlar ve rafting tesisleri başlıyor. Köprülü kanyon girişine kadar devam eden bu mekanlar çok nezih ve rahat.. Restoranlar aynı zamanda rafting yapmak isteyenlere tur düzenliyor.. Tesisleri geçtikten sonra kanyona ulaşıyoruz sonunda. Girişte bir köprü var. ROma köprüsüymüş bu..M.S 2. yüzyılda yapıldığı söyleniyor. Ve haliyle kanyonun adı da bu köprüden geliyor..

Ve artık kanyonla başbaşayız. Kendimize okadar güzel bir yer bulduk ki.. Sessiz sakin huzurlu.. Arada bir raftingçiler geçmese suyun sesinden başka birşey duymanız mümkün değil burada.. Su çok temiz ve sıcaklığı tahminlerimiz doğrultusunda 10-15 derece civarında..Güneş bir yandan kavururken buzzz gibi suya dalmak tarif edilemez birşey.. Sudan çıktıktan sonra güneşe yatmak.. Bir an önce ısınıyım telaşının ardından terlemeye başladığınız anda kendinizi yine buz gibi suya atmak.. Bu saydığım iki durumu gün boyunca defalarca yaptık. Ama biz köprülü kanyona, köprüçay'a doyamadık.. Bu arada öğle yemeğimize de yine çayın hemen yanında bir ağaç gölgesi altında yaptığımızı söylemeden geçmiyim..Son derece keyifli bir yemekti..

Öğleden sonraydı, belki akşama daha yakın ayrıldık kanyondan.. "Selge" tabelası ilgimizi çekti..Gidelim ve görelim dedik..Tabelanın gösterdiği yöne doğru patlakgözle birlikte gitmeye başladık.. Daracık bir yolda kocaman bir dağı tırmandığımızı farkettik. Manzara müthişti. Aşağıda köprüçay, orman ve tam karşımızda adını sonradan öğrendiğim Toka Dağı..Yükseklik korkum olmamasına rağmen yukarıya tırmandıkça endişelerim arttı. Yol 13 km imiş. Ama bana bir ömür gibi geldi..Geri dönüşü düşünmekten kendimi alamıyordum. Endişelerimi paylaştığım sevgili eşim, beni dinlemiyor patlakgözü zorlamaya devam ediyordu. Ama sonunda ben ve gözyaşlarım galip geldi :) Yolunyarısını geçmiş olmamıza rağmen geri dönmeye karar verdik.. Ama Selge'yi görememek üzdü beni. Keşke bu kadar yükseklere kurmasalarmış bu antik şehri:)

Herneyse Selge'ye gidemedik ama ben araştırmamı yaptım yine.. Selge, antik çağda güçlü bir kent devletmiş.Tarihçiler Selge’nin üzerinde kurulduğu coğrafya parçasının çok verimli olduğundan, zeytinciliğin, bağcılığın ve hayvancılığın yaygınlığından söz ediyorlar. Selge’nin tarih sahnesine çıkışı, bölgedeki diğer kentler gibi M.Ö. 5. yüzyıla rastlıyormuş. Ve yine diğer kentler gibi bu dönemde konu olan en önemli olay Büyük İskender’in ordularıyla bölgeden geçmesiymiş. Ama Selgeliler diğer kentlerin tersine bunu memnunlukla karşılamışlar. B. İskender’e elçi yollamışlar, ordularına yol göstermişler. Selge bağımsızlığını M.S. 3. yüzyıla kadar sürdürmüş. Sonra da Roma egemenliğine girmiş.
BU antik kentte de tiyatro, onun hemen altında köy evleriyle iç içe stadium uzanıyormuş. Oturma sıralarının bir bölümü hala görülebiliyormuş. Tiyatroya göre doğuda, bir tepenin eteklerinde Agora kalıntıları bulunuyormuş. Tepenin güney eteklerinde ise kentin tek nekropolü yer alıyormuş. Şehrin güneyindeki tepe üzerinde de şehir duvarları uzanıyormuş. Duvarların kuzeyinde iki tapınağın kalıntıları varmış. İki tapınaktan birinin Zeus’a, diğerinin Artemis’e adanmış olduğu tahmin ediliyormuş.

Selge'ye doğru yaptığmıız yarım yolculuk beni çok yormuştu ve acıkmıştım.. yazının başında bahsettiğim çay kenerındaki rastoranların birinde yemek yemeğe karar verdik. Adını şu an hatırlayamadığım ama sahiplerinin çok misafirperver ve sıcakkanlı olduğu bir mekanda oturduk. Siparişlerimizi verdik şefin tavsiyesi üzerine.. defne yaprağına sarılı sarımsaklı alabalık yiyecektik. Restoran sahibi "ben size bir de süzme yoğurt" getiriyim dedi. "Balık ve yoğurt nasıl olur acaba" diye aklımızdan geçirmemize rağmen "olur" dedik. İYi ki demişiz..Hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biriydi.. Şiddetle tavsiye olunur..

Yemeğin ardından dönüş yolculuğuna geçtik. Dönüş, gidiş kadar eğlenceli değildi tabi..aklımda bir soru vardı hep: "acaba köprüçayı bir daha ne zaman görecektim" aklımdaki soruları her zaman tahmin eden biri vardı allahtan yanımda. Bana dedi ki: "en kısa zamanda yine geleceğiz aşkım merak etme" :)

15 Mayıs 2009 Cuma

Side Seleukeia








Hamileliğimin son iki ayına girmiş olmam nedeniyle artık uzun yolculuklar yapamıyorum malesef. 60 gün kaldı inanamıyorummm. Herneyse panik yapmam için biraz daha vakit var sanırım :) Hımm ne diyodum.. Evet, Arabayla yapılan uzun yolculuklar beni iyiden iyiye yormaya başladı. Sanırım miniminnacıkk bebişimiz de rahatsız oluyo bu uzun yolculuklardan. Bu yüzden de yeni yerler gezip görme durumlarını rafa kaldırmam gerekiyor. Ve işte yine bu yüzden de önceki yıllarda yaptığımız gezilerin notlarını paylaşıcam artık.. Şimdi Antalya Side ile başlayalım keşif yolculuğuna..

Geçtiğimiz yıl Eylül ayında Side'de yaptığımız tatil sırasında orada kiraladığımız motorla (patlak göz:p) baya bi gezmiştik. Bu sırada Seleukeia Antik Kenti'ni de ziyaret etmiştik.
Kent, Büyük İskender'in haleflerinden Suriye Kralı I. Seleukos Nikator adına kurulmuş olan kentlerden biri. Toros Dağları'nın eteğinde güneyde eğimli bir dağ yerleşimi olarak kurulmuş ve sadece güney doğu yönünden sur duvarlarıyla çevrilmiş. Kalıntıların birçoğu Hellenistik ve Roma dönemlerine ait. En önemlisi kalıntısı Yedi Bilgeler Mozaiği'ymiş. Mozaik; Anaksagoras, Pythagoras, Demosthenes, Lykurgüs, Thukydides ve Salon gibi yedi ünlü düşünürün portlerini içermesiyle çok ayrıcalıklı bir öneme sahipmiş. Ancak Antalya Müzesi'nde sergilenen bu mozaiği biz göremedik.
Kentte yaptığımız yolculuk sırasında Agoranın güney ucundaki yarı daire planlı bir yapı gördük. Buranın meclis binası olduğu düşünülüyormuş. Kentin kuzeyinde bulunan iyi korunmuş küçük yapı ise bir tapınakmış.
Antik kenti gezerken burada yaşayan insanların nasıl yaşadıklarını, ne giyindiklerini, neler yaptıklarını merak etmeden duramıyorsunuz. Orda kaldığımız zaman süresince hayal gücümüzü ve tabi ki tarihi bilgilerimizi kullanarak birçok tahminde bulunduk. Sonra da buradaki insanlara ne olduğunu ve yaşadıkları yeri neden terketmek zorunda kaldığı sorularıyla gezimizi tamamladık.

Daha sonradan yaptığım araştırmalarla antik kentte kendi kendimize sorduğumuz soruların cevaplarını buldum.Kent en parlak devrini Roma imparatorluk döneminde yaşamış.Geç Antik dönemde ise, Toros kabilelerinin baskısı artmış, M.S 4.yüzyılda isauralı baskıncılar kenti yağmalamışlar. 7. yüzyıldan itibaren Seleukeia’nın adı Konstantinopolis Patrikhanesi kayıtlarında geçmiş. 969 yılında da latin Antiocheia Patrikliğine dahil olmuş. Seleukeia, 14.yüzyıl ikinci yarısında Karamanoğulları’na geçmiş ve 1471 de Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmış.


14 Mayıs 2009 Perşembe

Polonezköy


















İstanbul’un hemen yanı başında farklı havasıyla insanı içine çeken bir köy.. Başınızı nereye çevirseniz alabildiğine yeşil.. Günübirlik gittiyseniz köyün içinde sizi ağırlayacak çok sayıda sıcak, samimi, şık ve doğayla baş başa kafeler, restoranlar bulunuyor. Bunlar genellikle köyde yaşayan Polonyalıların kendilerine özgü mimari özellikleri bulunan evlerinin bahçeleri oluyor. Eğer konaklamak isterseniz de yine bu tarz ev pansiyonları çok sayıda mevcut. Ayrıca Polonya yemeklerini de tatmak isterseniz az da olsa birkaç mekan bulunuyor bunun için.
Tabiat Parkı ilan edilen ve korumaya alınan köyde, yemyeşil ağaçlar ve şırıl şırıl akan sular eşliğinde bir yürüyüş parkuru da bulunuyor. Ben her gittiğimde huzurun tek adresi burasıdır herhalde düşünürüm. Ayrıca eğer isterseniz hem bu yürüyüş parkurunda hem de köyün içinde atla gezinti yapabilirsiniz. Bu arada köyün kirazı da çok meşhur. Haziran ayında yolunuz buraya düşerse mutlaka kirazlardan tatmanızı öneriyorum..
Şimdi biraz da tarihi bilgi.. Köyü, Polanya’nın 1846 yılında işgale uğraması üzerine ülkelerini terk eden Prens Kartarinsky ve adamları kurmuş. Osmanlı’nın kendilerine verdikleri bu köye yerleşen Polonyalılar, Padişah Abdülmecid’in tarımsal üretimlerini vergiden muaf tutmasının da etkisiyle bir daha ülkelerine geri dönmemişler. Şimdelerde sayıları azalsa da, köy ana karakterini korumaya devam ediyor…




1 Mayıs 2009 Cuma

Beylik Pazarı
































Semt pazarlarını her zaman çok sevmişimdir. İstanbul’daki semt pazarlarının bir çoğunu da bizzat gezip görmüşümdür. Kadıköy Salı Pazarı, Fatih Çarşamba Pazarı, Ulus Perşembe Pazarı, Fındıkzade Cuma Pazarı, Bakırköy Cumartesi Pazarı ve Bahçeşehir Cumartesi Pazarları da dahil olmak üzere küçük semt pazarlarını dahi itinayla dolaşmışlığım vardır. Hatta tatil için ya da hafta sonları ziyaret etmek amacıyla gittiğimiz şehirlerin de fırsatını bulduğum ölçüde pazarlarını gezmeye bayılırım.Ama ben şimdi Pazar günleri Beylikdüzü’nde kurulan Beylik Pazarı’ndan bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta gidip görme imkanım oldu. Kapalı alana kurulmuş olan Pazar, gerçekten çok büyük. 2 bine yakın esnaf satış yapıyor burada. Fakat özelliği büyük olmasından ileri gelmiyor. Pazar öncelikle çok düzenli. Bizim alışa geldiğimiz o telaşlı kalabalıkların yerine son derece sakin bir şekilde alışverişlerini yapan insanlar var. Kulağınızı sağır edercesine bağırıp çağıran satıcılar da yok burada. Ayrıca ürün çeşitliliği de diğer pazarlardan ayırıyor Beylik Pazarı’nı.. Fiyatlar ise son derece cazip. Yazlık son derece şık, tiril tiril elbiseleri kalitesine göre 10 liraya da, 2 liraya da almak mümkün. Ürün yelpazesi kadar her bütçeye hitap eden fiyat yelpazesi de geniş pazarın. Sonuç olarak her halükarda çok uygun alışverişler yapabiliyorsunuz burada. Pazarda ayrıca sürekli müzik yayını, kredi kartı kullanılacak sistem, çocuk kreşi ve park alanları da bulunuyor. Bir pazar günü yolunuz düşerse keyifle gezmeniz dileğiyle..

25 Nisan 2009 Cumartesi

Büyükada'daydım..















































Atlas Dergisi’nin mart ayı sayısında yer alan “Adalar” dosyasını okuduğumdan beri çok zamandır aklımda olan Büyükada’ya gezi fikri iyiden iyiye kemirmeye başlamıştı beni. Bu haftasonu yağmurlu, bu haftasonu soğuk, bu haftasonu alışveriş, evin işleri vs.. derken ancak nisan ortasında gidebildik adaya.Hani beklediğimize de değdi doğrusu. İlkbahar güneşinin yüzümüze güldüğü çok çok güzel bir gündü.

Öğlen 12 vapuruna binebilmek için sırt çantamızı kapıp düştük yollara. Niyetimiz arabamızı Ada vapurlarının hareket ettiği Kabataş İskelesi’nin hemen önündeki otoparka park edip, vapura binmekti. Bu yüzden çok da acele etmedik. Fakat maalesef ki hata yapmışız. Günlerden Pazar olunca ve bunun yanında tabi ki hava da güzel olunca sanki İstanbul’un yarısı oradaydı. Otopark tıklım tıklım doluydu. Ve haliyle vapura yetişebilmemiz için arabayı park edecek başka bir yer bulup, oradan da iskeleye zamanında varmamız gerekiyordu. Sonunda neredeyse son dakika attık kendimizi vapura. Tahmin edileceği üzere vapurda da oturacak yeri bırakın, ayakta durabilecek uygun bir yer bile bulmak güçtü. Neyse ki bir kapı arkasında merdiven basamaklarının birine oturabildik. 1.5 saatlik yol kolay değil yani. Hele de benim gibi bebek bekleyen bir kadın için o kadar zaman ayakta durmak zaten mümkün değil. Ama işte kafama koydum ya adaya gidicem diye yapmasam olmazdı. Gerçi böylesi de çok keyifliydi. Vapurda çok sayıda turist vardı zaten. Paskalya Bayramı için Aya Yorgi’ye gidiyorlardı sanırım. Hemen yanımızda merdiven basamaklarında oturan turist grup da çok eğlenceliydi. Onları izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamadık :)

Kınalıada, Burgazada, Heybeliada derken son durağa Büyükadaya vardık sonunda. Vapurdan indiğimizde tarihi iskele insan seli ile doldu taştı. Sonra herkes yavaş yavaş Büyükada sokaklarına dağılmaya başladı. Ne kadar ilginçtir ki sabah saatlerinde de adaya gelenlerle birlikte oluşan büyük kalabalık adanın sükunetini bozmuyordu. Büyükada hala telaşsız, sakin ve huzur doluydu..

İskele çevresinde çok şık ve nezih sahil restoranları ve kafeler de bulunuyor. Ancak biz adanın ruhunu tepelerde yakalamaya karar vermiştik. Böylece kendimize bir rota belirleyip başladık adayı adımlamaya. Daha önceden de gezip gördüğümüz için adanın tepesinde çok güzel yeşilliklerin olduğunu, buralarda piknik yapılacak çok mekan olduğunu biliyorduk. Bu yüzden adanın merkezinden domates, salatalık, peynir, zeytin, ekmek, içecek gibi malzemeleri toparladık. Önce faytonla çıkmayı düşündük ama bence faytonla seyahat yürümek kadar keyifli değildi. Faytonların nal sesleri ve bisiklet kiralayarak adayı turlayanların arasında, zaman zaman oturup dinlenerek adanın tepesine ulaştık. Genç, yaşlı, çoluk çocuk herkes yeşilliklere yayılmıştı. Biz de aynen öyle yaptık ve kurduk mütevazi soframızı. Gerçekten çok keyifli bir öğle yemeği oldu benim için. Sonrasında Aya Yorgi’ye de çıkmaya karar verdik. Burası 203 metrede adanın en yüksek noktası. Aslında mesafe uzun değil fakat kesintisiz yokuş tırmanışları yoruyor insanı biraz. Dua edenler, dilek dileyenler, sadece görmeye gelenlerle birlikte kilise de oldukça yoğundu. Biz de gezip görüp fotoğraflarımızı çektikten sonra dönüş yoluna geçtik. Bu arada Aya Yorgi Kilisesi en kalabalık günlerini bizim orada bulunduğumuz tarihten bir hafta sonra yani 23 Nisan günü yaşıyormuş. 23 Nisan'da gelip dilekte bulunanlar, dilekleri yerine gelirse bu defa teşekkür için Eylül ayında yine ziyarete geliyorlarmış.

Adada faytonlarla yapılan iki tur yolu var. Büyük Tur ve Küçük Tur.. Biz dönüş yolunu bu 7km’lik küçük tur yolunu takip ederek orman ve denizin birleştiği yerden yaptık. Turun sonuna doğru adanın muhteşem köşklerinin bulunduğu sokaklara da daldık. Fotoğraf çekmek için gerçekten bulunmaz bir mekan Büyükada. Biz de bol bol çektik zaten..
Akşam 18.45 vapuruna binip Kabataş İskelesine doğru yol almaya başladığımızda tatlı bir yorgunluk çökmüştü üzerime. İyi ki yaptık bu geziyi diyorum hala.. Ha bu arada adanın meşhur sakızlı dondurması ve miss kokulu çileklerini afiyetle yediğimizi ve şiddetle size de tavsiye edebileceğimizi de söylemeden geçmiyim :)
İDO'nun Adalar hatları ve saatlerine ulaşmak için :

20 Nisan 2009 Pazartesi

Balaban'a düştü yolumuz

































Ne zaman bir ilkbahar hayali kurmak istesem papatya ve çilek kokuları düşer aklıma. Öyle değil mi ya bahar demek papatya tarlaları demek değil mi? Sonra semt pazarlarını saran çilek kokusu.. Çilek bulmak kolay da şehirde papatya görmek, bulmak biraz zor. Böyle olunca biz de papatya peşine düştük geçtiğimiz hafta sonu.
Yollar bizi Durusu’ya, Balaban Köyü’ne kadar götürdü. Göle kıyısı olan köyün zaten var olan muhteşem havasına, peşine düştüğümüz papatya tarlaları da eklenince ne kadar doğru bir karar verdiğimizi anladık. Durusu (Terkos) Gölü’ne yarımada şeklinde uzanan köy; göl, orman ve denizin buluştuğu süper bi mekan. Hava güzel, ortam güzel olunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan çok çok keyifli vakit geçirdik böylece. Sonradan yaptığım araştırmalarda öğrendiğime göre fotoğrafçıların çok sık uğradıkları bu mekan, yaz aylarında çeşitli kamp etkinliklerine de ev sahipliği yapıyormuş. Köyün tarihi de oldukça eski. Köyü 93 Harbinden sonra Bulgaristan, Arnavutluk ve Romanya’dan gelenler kurmuşlar. Rum köyü olarak da anılan Balaban Köyü’nün 200 yıllık bir geçmişe sahip.
Balaban’a nasıl gideriz diyorsanız işte size kolay bir yol tarifi: Arnavutköy'den, orman içi harika bir yoldan Tayakadın Köyü'ne doğru gidiliyor. Tayakadın Köyü'nden sola, Kırklareli-Çatalca yoluna doğru dönüyoruz.5-6 kilometre sonra Balaban Köyü tabelasını görüyoruz. İşte bu kadarrr :)